Bazı gerçekler vardır;
Görürsün, önünde cereyan eder. Tüm toplumun önünde. Ama bu gözünün önünde cereyan eden durumları sözde spor yazarı olarak geçinen hiçbir zavallı dile getiremez. Dile getiremez çünkü kaygıları mevcuttur, gerçekleri söyleyemez çünkü yalanlar sarmıştır dört bir yanını, bu yalanlardan nemalanır, ve bunu yaşam stili haline getirir. Ve artık utanma duyguları kalmamıştır. Bundan sonra o zavallılar için hiçbir çare yoktur. Bataklık böyle birşey olup çırpındıkça batacaklarını kendilerini de bilirler.
Bizler de tribünlerde, meyhanelerde, internet sitelerinde, karanlık ve de aydınlık gecelerde sokaklarda konuşur dururuz.
Ancak Sn.Ümit Aktan yukarıda bahsettiğimiz kuklalar gibi yapmayıp, gerçekleri kaleme alma cesaretini göstermiştir. Virgülüne dokunmadan yayınlıyoruz !
Galatasaray başarıya “hazır” değil
Burada okuyacaklarınız tamamen benim analizimdir. Beni bağlar. Klasik bir “maç analizi” değil, Galatasaray ile ilgili sosyolojik bir değerlendirme olarak kabul edebilirsiniz. Bu takımın başarmak için her şeyi olduğunu, ancak “başarıya” hazır olmadığını, ülke futbol değerini oluşturan unsurların hiçbir tarafının da Galatasaray’ın başarısına “hazır” olmadığına kanaat getirdiğimden dolayı oluşmuş bir yazıdır. Umarım yanılıyorumdur...
Çok çıtkırıldımsınız... Nezaketten ve kibarlıktan gitmek üzeresiniz ve aşırı centilmenlikten mustaripsiniz. Saha içinde ve dışında “kavga” vermeden, sistemin tüm unsurlarını harekete geçirmeden “başarı” gelmeyeceğini, “başarı” denen kavramın sadece saha içindeki iki pastan ibaret olmadığını, bunun Nonda‘nın atacağı bir golle Servet‘in önleyeceği bir topa bağlı olmadığını hâlâ daha kavrayamadınız. Ankaragücü’nün attığı ikinci golde Mehmet Topal‘ın kale sahası içinde yaptığı “dostlukspor kıvamındaki” hamlesi ile Gençlerbirliği maçında orta alanda Lugano‘nun “uçan taban” hamlesini üst üste koyun, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Sistem sizi “ikinci takım” yapıyor ve sizin yaptırımınız yok. Sürekli çakışan maç günlerinin “matine maçlar” oynayan takımı yaptılar sizi ve siz farkında değilsiniz. Milli aradan sonra “Biz gece oynuyoruz, rakibim ise gündüz” derseniz, bunun nedeni, karşınızdaki rakibin Trabzonspor olmasıdır, deriz. Bu bir ayrıntıdır ama sistemin toplum önünde size biçtiği yer ile sezon sonundaki muhtemel yeriniz çakıştırılmaktadır ve siz esas bu gibi ayrıntıların kavgasını vermelisiniz. Matine maçlar oynamayı kabul ettiğiniz ve bunu sindirdiğiniz sürece “suarelere” kalan, son olarak sahne alan “assolist” değil, olsa olsa “azsolist” olursunuz. Ki yapılan da, oluşturulan da budur!
Rijkaard’ın demek istediği
Rijkaard’ın demek istediği
“Batıya açılan pencere”, henüz “futbol jargonunu” bilen bir tercüman bile bulamamıştır. Belli ki adama göre bir iş vardır orada, o işin doğru adamı bulunamamıştır. Rakibinizin Brezilyalısı pek bilinmeyen Portekizce ile “yedek kalırsam, devre arasında giderim” diyor. Tercümesi kulübün basın bildirisi gibi geliyor: “Burada olmaktan memnunum, kimin oynayacağına hocam karar verir.”
Sizinki diyor ki: “Takım halinde kazanıyorduk, şimdi de takım halinde kaybettik.” Tercümesi ise şöyle yapılıyor: “Bireysel hatalardan kaybettik.” Tam tersi olmalıydı. O derse ki “bireysel hatalar”, tercüman demeliydi ki “takım halinde.” Oyuncusunu şikâyet etmeyen bir hocayı oyuncusunu şikâyet eden bir hoca durumuna düşürdü. Rijkaard şunu vurgulamak istiyor: “Biz raporlarla gönderdik, ama ‘gönderdik’ Gökhan’ı, milli doktorunu da aradık ve bilgilendirdik, ama oynatıldı ve bir aydır yok.” Burada yönetim devreye girip, onun söylemek istemediğini de söylemeliydi. İyi araştırmacılarınız olsaydı zaten bunu zamanında dile getirirdiniz: “Bizim gönderdiğimiz ve sakatladığınız adamı, gönderilmeyip takımına dönen ve Bosna maçı günü 2 saat çift kalede oynayan, 48 saat sonra da lig maçının tamamını oynayabilen “sakat Kazım” ile kıyaslayın. Milli maçta oynamayan ama lig maçının en ‘canavar’ oyuncusu olan Emre Belözoğlu ile kıyaslayın.
Ey Federasyon, n’ooluyor?”
O sıralarda kazanıyordunuz ve hep böyle gidecek sandınız. Oysa o sıralarda, sizin Ali Güneş‘in uçarak çıkardığı penaltınız verilmiyordu, rakibinizin ise hep önü açılıyordu. Sizin iç sahanıza Cüneyt Çakır‘ı veriyorlar ama rakibinize veremiyorlardı. Şimdi göstermelik olarak ve “garanti” bir maça verecekler. Sizi yine susturacaklar. Sizin hocanızı birkaç kişi anlıyor, onlar da yanlış anlaması gerekenlerdir.
ARDA’NIN DAYANILMAZ KAPTANLIĞI
ARDA’NIN DAYANILMAZ KAPTANLIĞI
Saha içindeki “önder kibarlığı ve aşırı centilmenliği” Galatasaray’a en yakışan tavırdır. Ancak bugün sahada “kavga” vermeden maç alamazsınız. Kaptanın zarafetini takımın korkaklığı zannetmeye çok münasip bir spor güruhu vardır Türkiye’de. Bu güruh sözcüğü sadece tribünleri değil, sporun yazılı ve görsel basınını, yönetimler taifesini ve en başta Mahmut Özgener ile Oğuz Sarvan‘ın kurullarını içermektedir. Mütevazı olursunuz, inanırlar... Ankaragücü karşısında 59. dakikada karnına tekme yiyen Aydın neredeyse tekmeye karnı ile vurduğu için iki de cetvel yiyecekti eline. Elli dokuz buçukuncu saniyede ise temassız kendini yere bırakan Ceyhun nedeniyle Mustafa Sarp sarı gördü itirazdan. Kaptan ise arkadaşlarından korudu hakemi. Oysa, Koray Gençerler‘in çapı da belli, niyeti de... Kaptan arkadaşlarını korumalıydı hakemden... Çünkü bunun benzeri pozisyonlarda rakibinin kaptanı hakeme omuz atıyordu, diğer kaptanı da eline vuruyordu. Tamam, doğrusu senin yaptığın... Camiana yakışan senin yaptığın... Ancak, bu ülkede “doğruya” ancak “ikinciliği” veriyorlar koçum... Birincilik ise “şirretin ve şiddetin” oldu çoktan... Ayrıca görüyorsun değil mi, “İstinye park” tefrikalarını. Senin medeniyetin nasıl da ekmek sürdü senin takımının “iç dinamiklerini dinamitlemek isteyen” güruhun ekmeğine...
TARAFTARIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
Fenerbahçe seyircisi ülkenin “tek” seyircisidir. Öyle “desibelle” filan da işi yoktur. Hep maçın içindedir. Kendi Luganosunu 25’te atmayan hakemi görmez, rakibin stoperini 75’te atmayan hakemi ıslıkla döver. Üstelik öndedir ve maçı garantiye almaya çalışmaktadır. Yani maçın içindedir. Rakip kaleci 5. dakikada dayak yer, kale vuruşunu biraz geciktirirse... Seninki ise lay lay lom... Beşiktaş’ınki ise mutlaka kavga edecek birini arar, yense de yenilse de...
Eskişehir maçının 80. dakikasından sonra kaleci İvesa‘yı ıslıklamak ne işe yarar ki? Adam 80 dakikayı götürmüş oyundan... Sizin işiniz değil, ama bu konuda baskı yapmalısınız yönetiminize. Başarı, maç oynanırken sahanızı korumanız ile değil, maçın dışında da sahanızı korumanız ile ilgilidir. Maçın lay lay lom ile değil, hakemi kurcalamak, rakibi kurcalamak ve kendi takımını arkadan itmekle kazanılacağını hâlâ daha bilmiyorsunuz. Bir seyircinin bin tane şarkısı olmaz, her hafta bir beste peşine düşmez. Bir tanesi ile sürekli döver rakibini. Bakınız: Liverpool...
Sayın yönetim, diyelim ki Eskişehirspor ile Eskişehir’de 1-1 berabere kaldınız. Maç bitti. Sabri çıktı, 800 Galatasaraylı seyirciye üçlü çektiriyor. Mümkün mü?.. Tahrikten size ceza vermezler mi? Kadıköy’de sıkıysa bir rakip oyuncu taraftarına üçlü çektirsin bakalım. Mümkün mü?.. Bu ancak Ali Sami Yen’de olabiliyor... Sizin yaptığınız “doğru ve güzeldir” ama en fazla “ikinci” olabilmeye yeter...
ÖZETLE...
ÖZETLE...
Sahanı oynarken değil, oyundan önce ve sonra da koruyacaksın... Sana biçilen değeri reddedip, verilecek olan hakkını değil, alabileceğin hakkını kovalayacaksın... Bakınız... Fark 5 puan... Averaj da bitmiş... Türkiye ne kadar huzurlu değil mi? Tersi olsaydı şimdi. Tekmeyi basıp yırtan Lugano yerine Servet olsaydı, penaltısı verilmeyen Nonda değil Güiza olsaydı, seyreyleyin gümbürtüyü... Kadıköy’de küfrü duymayan sistem, Türkiye’nin huzurlu olmasına şükretmektedir. Demek ki, sizin “başarınız” Türkiye’nin huzurunu bozmaktan geçmektedir. Ya Türkiye huzursuz olacak, ya da siz... Tercih sizindir...
Şimdi ligin tepesini “uygun” hale getirdiler ve Türkiye huzurlu. Sizin “başarılı” olmanız Türkiye’nin huzurunun bozulmasına bağlı demek ki... İşte bu nedenle, bunu yapamayacağınız için, bunu yapmak size yakışmayacağı için “hazır” değilsiniz başarıya...